Hikayeler
  • Kör Adamın Gördükleri
    • Agah Efendi
       Demek afeti ve getirdiklerini soruyorsun bana genç kişi. Dinle öyleyse, sana en başından anlatayım ortak kaderimizi

      1956 yılının 25 Aralık' ında dünyanın yörüngesi güneş sistemi dışından gelen bir asteroid kümesiyle kesişti. Dünyanın her yanında büyük bir yıkım gerçekleşti. Sadece gökyüzünde asılı kalan toz bulutları bile milyonlarca insanın ölümü için yeterliydi. Fakat meteorların ortaya çıkardığı tek gerçek, yıkım ve ölüm olmamıştı.

      Asıl açığa çıkanın yüz binlerce yıldır yer kabuğunu bizlerle paylaşmış, kimilerinin canavarlar kimilerininse saklı türler olarak adlandırdığı, arzın bilinmeyen derinliklerindeki komşularımız olduğunu öğrendik. Çok sıra dışı tesadüfler sonucu kimi insanlarla karşılaşmış ve masal diye adlandırdığımız hikayelere konu olmuş varlıklar!

      Afetten birkaç yıl sonra, daha insanlık kozmik yıkımın yaralarını yeni sarmaya başlamışken, meteorların açtığı derin yarıklardan yollarını buldular yeryüzünün yabancı ortamına. İlk kim saldırdı bilmiyorum ama bildiğim bir şey var ki o da hiçbir şeyin bir daha eskisi gibi olamayacağıdır.

      5 milyar yaşındaki yerkürenin üzerinde yalnızca birkaç yüz bin yıldır varolan bizlerin daha öğrenecek çok şeyi olduğu bir gerçekti. Element büyüsünü ilk kullanabilen insan, saklı türler 'den elde edilmiş bir kitabı deşifre edebilmiş yaşlı bir dil bilimciydi. Bugünün madde büyücüleri halen kitaplarının kapaklarına onun adının baş harflerini işlerler.

      Ruh büyücülerinin namıdiğer şifacıların varlığı ise saklı türler den kimileriyle kurdukları bağlantı sonucu ruhun ve doğanın güçlerini harmanlamayı öğrenmiş küçük bir Mevlevi toplulukla başladı.

      Eski usuller ile birlikte yeni keşfedilmiş güçlerin de kullanıldığı amansız bir savaş açıldı dünyanın dört bir yanında "Saklı Türler" 'e karşı!

      Neredeyse yarım asırdır izliyorum bu savaşı ve çok şey gördü bu artık görmeyen gözlerim. Bir büyücünün sözüyle harekete geçip eti kavuran yıldırımları, bir şifacının dileğiyle canlanıp düşmanlarını sarmalayan zehirli sarmaşıkları, korkusuz bir savaşçının çığlığıyla düşmanlarının dizlerinin titrediğini gördüm...

      Sayısız ölüm gördüm. Bunlar kimine keder getirdi, kimineyse yaşama sebebi ve insanoğlu her zaman yaptığı gibi yeni dünyaya uyum sağladı.

      Fakat afetten sonra bile kişinin unutmadığı tek bir şey vardı ki o da insanın insana kıymasıdır. "Lodos" ve "Arzın Çocukları" işte bu anıların ürünüdür.

      İnsanlık tarihi böylesine zıt görüşleri hiçbir zaman hoş görmemiştir ne yazık ki. İki topluluk arasındaki kanlı savaş otuz yıldır devam ediyor dünyanın birçok yerinde ve daha da devam edecek gibi görünüyor.

      Bense insanın insana kıymaya tekrar başladığı gün kapadım gözlerimi ışığa.

      Şimdi sen söyle genç kişi...

      Bir zamanlar bir tablo kadar güzel olan İstanbul'da sen bu savaşın neresinde duruyorsun ?


  • Hançer Diş ve Çatal Kuyruk

    •  Ağır adımlarla yürüyordu. Islak ve kararmış parke taşlarda önüne düşen gölgesini izliyordu. Yıkımın üzerinden onca zaman geçmesine rağmen hala her yerin soba bacasına batıp çıkmışçasına isle kaplı olmasına şaşırdı bir kez daha.

      Temiz kaldırımları görmemişti hiç, ya da çocuk sesleriyle çınlayan sokakları ve iskeleye yanaşan ada vapurunun düdüğünü duymamıştı; yıkımdan sonra doğanlardandı o. Kim kalmıştı ki zaten yıkımdan önce doğmuş olan.

      Bacağı sızlamaya başladı. İksirlerini düşüp bayılacak gibi olana kadar kullanmamayı öğretmişti ilk hocası ona ama bu ağrının canını epey sıkacağını anlayınca inat etmeyi bırakıp, klanın baş şifacısının hazırladığı iksiri içti. Bir saniye içinde cinin açtığı yaradan iz bile kalmadı.

      Antreponun batı girişine on kişilik deneyimli bir grup olarak saldırmışlardı. Girişi koruyan cinleri aşıp içeri girmek gibi bir planları yoktu zaten. Amaç cinlere rahat vermemekti sadece. Kendisi klanın tüm gücünü toplayıp tek ve sağlam bir darbeyle işlerini bitirmenin gerektiğini düşünse de klanın baş savaşçısı Balyoz Nazım 'ın tecrübesine güvenirdi. Nazım, cinlerin tek bir saldırıyla alt edilemeyecek kadar kalabalık ve daha da önemlisi korkak olduklarını söylemiş ve fazla kaynak harcamadan ufak saldırılarla cesaretlerini kırmanın zararsız kalmaları için yeterli olacağını da eklemişti.

      Kendini bildi bileli bir savaşçıydı. Yaşını bilmiyordu ama orta yaşı geçmişti. Lodos'a katılalı yedi yıl olmuştu, tam yedi yorucu yıl. Onu yoran klanın ağır yükümlülükleri miydi yoksa Arzın Çocuklarıyla yaptığı savaşlar mıydı işte bunu tam kestiremiyordu. Kahrolası meran uşakları. Yaratıklar çocuklarımızı boğazlarken onlar hala yaratıklardan medet umabiliyorlardı. 'Meran büyüsünden sakının.', demişti klanının baş büyücüleri, 'Yoksa sizlerin de aklınızı ayartırlar ve o yaratık sevicilerden biri olursunuz. ' Öfkenin bir an için damarlarında gezdiğini duyumsadı; sıcak, heyecan verici bir his. Arzın piçlerinden nefret ediyordu! "Zayıf ahmak hergeleler!". Yine de onca yaratık dururken o piçlerden birini öldürmek ona anlayamadığı bir rahatsızlık veriyordu.

      Karanlık dar sokağa doğru dönerken, çocukları geldi bir an aklına. Anneleri dokuz yıl önce katledilmişti bir kurtadamın pençeleriyle. Kendi kendine "Klan binasında onlara iyi bakılıyor çıkar onları aklından" diyerek, asker disiplininin verdiği oto kontrolü sağlamaya çalıştı.

      Adımları savaşçı içgüdüsüyle yavaşladı ama o, bunun bir an sonra farkına varabildi.
      "Lanet olası bu sokak da neresi böyle!"
      "Ahşap evden sonra yanlış bir dönüş yaptım sanırım." Düşünce akışını gözüne ilişen bir kıpırtı kesti aniden. Adımları sokağın girişine doğru gerilemeye başlamıştı bile. Kanlı gürzünü almak için eli sırtına uzanırken sağ taraftan bir patlama duydu. Küçük bir duman bulutu ve barut kokusu...

      Gürzünü kavramak için kolunu kaldıramadığını farketti. Kurşun sağ omzuna gömülüp kaslarını parçalamıştı ve belki de iki dakika içinde ölümünü getirecek olan zehrini yayıyordu. Boğazı sıkılmış gibi ciyaklayan bir insanın sesini andıran bir narayla fareadam elinde tabancayla belirdi. Sol eliyle gürzünü kaptığı gibi fareadam üzerine atıldı. "Et! Kemik! Kan!" diye bağırarak savurdu gürzünü.

      Ciyaklayan çarpık yaratık, ucu kesik kuyruğu havada kalacak şekilde yere attı kendini. Tam gürzünü tekrar sefil yaratığın üzerine indirecekken omurgasını yaran felç edici bir darbeyle olduğu yerde kalakaldı. Bir yandan adamın sırtına sapladığı hançerini tutarken bir yandan da avının şah damarını keskin dişleriyle parçalayan arkasındaki ikinci fareadamı hiç göremedi.

      Yüzünde çarpık bir ifadeyle yere yığıldı. Parıldayan sarı güneş şeklindeki klan sembolü kana bulanıp kızıl bir gün batımına benzedi.

      Ciyaklayarak ayağa kalktı Çatal Kuyruk;
      "Az daha kafamı patlatacaktı! Neden o kadar bekledin seni aptal?"
      "Bir kurşunla adamın işini bitirseydin sen de o zaman!", dedi ağzından kanlar akan Hançer Diş.
      "O kurşun adamın içini parça parça etti. Patlayan zehirli kurşunlarımdandı o. Yere yıkılmalıydı aşağılık herif. Yine de beklememeliydin kardeşim."
      "Ben de yıkılır sanmıştım işin aslı. Her neyse uzatma. Gidip paramızı isteyelim hanımdan."
      "Tabii önce üzerindekileri alacağız değil mi kardeşim?" diyerek pis pis sırıttı Çatal Kuyruk.
      Kanlı hançerini adamın üstünde temizleyen fareadam da benzer bir sırıtışla cevap verdi; "Elbette kardeşim!" Lağımda ciyaklayan yüzlerce farenin sesini andıran kahkahaları Fındıkçı Remzi Sokağı'nı doldurdu.

  • Sıradan Bir Gün

    •  Sokağın sonu yıkıntılarla kapalıydı. Ne saklanmak ne de kaçmaya çalışmak enselerindeki ölümcül pençelerden onları kurtarabilirdi. Büyücü, peşlerindeki dehşeti yavaşlatmak için kullandığı büyünün etkisinin her geçen saniye azalmakta olduğunun farkındaydı. Yanındaki savaşçıya çaresiz bir bakış attı. İkisi de oldukça perişan görünüyordu. Savaşçı bir elinde efsunlanmış satırını hazır ederken diğer koluna sabitlenmiş kalkanını önünde tutarak gözlerini sokağın başına dikmiş, nefes nefese ama sabırsızca son savaşının gelmesini bekliyordu.

      Büyücü yere oturup bağdaş kurdu.
      "Ne yapıyorsun seni ahmak? Uyuklamanın sırası mı şimdi!", diye gürledi savaşçı, gözlerini kapamış öylece oturmakta olan büyücüyü görünce.

      "Kes sesini!", diye yapıştırdı cevabı büyücü ve usulca ekledi transa geçerken: "Zihnimi toparlamam lazım. Odaklanamıyorum. Bana zaman kazandır Kasap."

      Aslında savaşçının kasaplıktan anladığı yoktu. İki parça pirzola hazırlamak için bir kilo eti ziyan ederdi kesinlikle ama iş elindeki o satırı düşmanlarının üzerinde kullanmaya gelince hakkıyla almıştı bu lakabı.

      "Zaten ne zaman işe yarayacak olsanız lanet kudretiniz tükeniverir!", diye huysuzlanıyordu ki sokağın başından gelen hırlamalar ve patırtılar sözlerini yarım bıraktı Kasap'ın.

      Dumanların arasından önce iki devasa suret belirdi ve arkalarındaki bir çift gözün daha ışıltısı seçildi kolayca. Avlarını tuzağa düşürmüş olmanın verdiği rahatlıkla acele etmeden yaklaşıyorlardı. Büyücünün attığı yapışkan örümcek ağları vardı hala tüylerinde.

      Et, kemik, pençe ve dişten oluşan üç ölüm taciri, asla evcilleştirilemeyecek olan üç vahşi avcı; üç kurt adam ilerlemeye devam etti.

      Kasap, satırının sapını sıkıca kavradı, ayaklarını sağlamca yere bastı ve büyücünün önünde koruyucu bir edayla dururken kollarını havaya kaldırıp kudretli bir savaş narası attı. Haykırış yaratıkların sadece bir göz kırpma süresi kadar duraksamalarını sağladı ama savaşçının kanının kaynamasına ve gözlerine soğuk bir bakışın yerleşmesine yetti.

      Önce sağındaki atıldı üzerine. Boynunu hedeflemiş jilet keskinliğindeki pençeleri, kalkanını biraz yukarı kaldırarak rahatça savuşturup, yarım bir dönüşle ağır satırını yaratığın baldırına indirdi. Yaratık hırlayıp birkaç adım geriledi. Şimdi rakibine daha bir saygı duyuyormuş ve rakibinin dişli çıkmasından tuhaf bir keyif alıyormuş gibi bir ifade vardı hayvansı yüzünde.

      Hemen ardından saldıran soldaki yaratığı karşılamak içinse kalkanını siper edip dosdoğru yaratığın bedenine çarptı genç savaşçı ve ikisi de birer metre geriledi. Arkasındaki büyücüde hala en ufak bir kıpırtı bile yoktu.

      Az önce yüzleştiği yaratıklar şimdi yana çekilip daha iri olan bir tanesine yol açtılar. Tüyler ürpertici bir ulumayla beraber, iki adam boyundaki yaratık dosdoğru savaşçıya koşmaya başladı. Kaslı ensesinden sarkan uzun tüylerinin rüzgarda uçuşmasında ve kısılmış gözlerindeki ölümcül parıltıda vahşi bir güzellik vardı.

      Savaşçının savunmayla ilgili yeteneklerini sergilemesinin tam sırasıydı şimdi. İçinde kalan son kudreti buna odaklanmak için kullandı.

      Yaratığın korkunç ağırlıktaki darbesi kalkanını ezip sol kolunu bileğine yakın bir yerden kırdı. Acıyla yüzü buruşan savaşçı, yine de savunmasını bozmadı ve bu sayede satırıyla karnını hedeflemiş delici pençeleri durdurabildi.

      Yaklaşan ağzı gördüğünde saniyenin onda biri kadar bir sürede, boynunun sol yanının çok kötü bir şekilde saldırıya açık kaldığını ve açılmış ağızdaki koca dişlerin de oraya ilerlemekte olduğunu fark etti. Dişler boynuyla buluşunca hiç olmazsa rakibine son bir darbe indirebilmek için satırını tekrar havaya kaldırmaya başlamıştı ki, anlaşılmaz bir mırıldanma eşliğinde omzuna dokunan bir el hissetti.

      Gözleri karanlığa alışmaya çalışırken ikisi de yer değiştirme büyüsünün yarattığı boşluk nedeniyle bir an tekleyen ciğerlerini tekrar nefes almaya zorladılar. Karanlık, rutubetli bir yerdeydiler.

      "Bana borcun iki etti kasap dostum.", diye zar zor konuşabildi büyücü.

      "O deli kafanı patlatacak olan cinden seni nasıl kurtardığımı unuttun herhalde.", dedi savaşçı.

      Rahatlamak için büyücünün asasından yayılan zayıf ışığın görüş alanı içinde etraflarına bakınıp nerede olduklarını anlamaya çalışırlarken, gelen tıslama ve sürünmelerle birlikte etraflarında zarif ama güçlü yılankavi bedenleriyle tam altı tane meran savaşçı beliriverdi.

      Kobra kafalı meran savaşçılar hiç kıpırdamadan öylece duruyorlardı. Tedirgin bakışmalardan sonra görüş alanlarına daha ince bedenli ama kesinlikle daha tehlikesiz olmayan bir dişi meran girdi.

      Büyücü, arkadaşına ‘Bana bırak’ der gibi bir bakış atıp öne çıktı ve bir eliyle gömleğinin içine uzanıp boynunda asılı olan klan madalyonunu tutarak herkesin görebileceği bir şekilde havaya kaldırdı.

      "Bizler ‘Arzın Çocuklarıyız’! Tıpkı bizler gibi sizlerin de arzın çocukları olduğunuzu biliyor ve mevcudiyetinize saygı duyuyoruz.", dedi ve hafifçe eğilerek selam verdi.

      Dişi merandan yalnızca savaşçılarından birine kısa bir bakış şeklinde tepki geldi ve tavandaki sarkıttan düşen bir su damlası yere ulaşana kadar iki insanın başları bedenlerinden ayrılmıştı.

  • Mehtaplı Bir Gece
    • Hidra  
      "Yaklaşın", diye bağırdı.

      Düzinelerce adam ve kadın neredeyse sürünerek onun etrafına toplandılar. Öğürmelerin ve iniltilerin dalga seslerini bastırdığı sahilde, sesi, Beethoven’in o geceki gibi bir mehtaptan ilham alarak yazdığı notalar kadar netti.

      Sağ dizinin üzerine çökmüş, sağ elinin parmaklarını toprağa saplamıştı. Diğer elini ise göğe kaldırmış hafifçe bir şeyler mırıldanmaktaydı. Dudaklarındaki sözcükler gittikçe hızlanırken etrafı koyu bir sis sarmaya başladı. Bu olup bitene şaşıracak kadar bile gücü kalmamış savaşçılar ona doğru bilinçsizce sürünmeye devam ettiler.

      Fazla zamanı yoktu. Havadaki korkunç zehir bulutunu buz gibi bir poyraz çağırarak dağıtmış ama bunu kimsenin etkilenmeyeceği kadar hızlı yapamamıştı.

      Bitkin adamlar ve kadınlar sisi soludukça kendilerine gelmeye başladılar. Sis dağıldığında ise zehir bulutundan sağ çıkabilmiş olan herkes artık zinde ve güçlüydü.

      Genç bir şifacı yanına geldi.

      "İyi misiniz üstat?"

      Parmaklarını topraktan çekmeden önce son bir kez daha o bütünleşme anının tadını çıkardı ve gülümseyerek ayağa kalktı. Etrafında yatmakta olan onlarca ölü bedeni görünce kaşları çatıldı.

      "Sağ ol Muhlis, İyiyim.", diye cevap verdi üstat şifacı. "Şimdi hemen git ve yaralılarla ilgilen."

      "Muhlis de bu zehirden sağ çıktı. İleride iyi bir direnç üstadı olabilir.", diye geçirdi aklından üstat şifacı.

      Arkasındaki takım liderini önüne düşen iri gölgesinden tanıdı ve ona dönüp konuşmasını bekledi.

      "Üstat şifacı, yaratık nereye gitti?"

      Bu adamın en olmadık anlarda bile korumayı başardığı odaklanmışlığını bir kez daha takdir ederek cevap verdi.

      "Korkarım fazla uzağa değil Balyoz. Onun sadece kısa bir süreliğine buradan rahatsız olmasını sağladım ama etkisi uzun sürmeyecektir. En fazla bir saatimiz var."

      "Öyleyse hemen saflarımızı toparlamalı ve onu karşılamaya hazırlanmalıyız!", dedi oldukça endişeli ama bir o kadar da kontrollü görünen savaşçı. Adamlarından birisine işaret etti.

      "Çabuk Agah efendiyi bul ve camiyi boşaltmalarını söyle. Bir de bak bakalım şu büyücü bozuntusu nerede saklanıyor!"

      "Efendim.", diye kekelemeye başladı adam.

      Böylesi bir zamanda her saniyenin kıymetini bilen savaşçı sinirlendi.

      "Ne var be? Ne diye kıvranıyorsun?".

      "Efendim, Selim Bey sağ kalamadı."

      Bir keder dalgası kemiklerini titretti, en ağır darbelerle bile titrememiş Balyoz Nazım’ın. Daha dün akşam rakı masasında beraberdiler, her şeyden uzak ud ve kanun seslerine boğulmuş kaygısız bir ortamda.

      Kendini toparlaması yalnızca biran sürdü.

      "Öyleyse çıraklarından bulabildiklerine haber gönder. Eminim zehir bulutunun dışında kalabilmiştir birçoğu. Mısır çarşısına doğru geri çekilmeleri emredilmişti."

      "Derhal Nazım Ağabey!", diye cevap verdi ve çevik adımlarla birkaç metre uzaklaşmışken geri döndü ve heybetli savaşçıya şunları söyleme cesaretini buldu kendinde.

      "Güneydeki birliklere haber vermemiz gerekmez mi efendim? Nerdeyse herkes orayı savunuyor."

      "Hayır İsmet. Onların başı kurtadamlarla yeterince dertte zaten."

      İsmet, klan liderini başıyla onaylayarak uzaklaştı.

      Kısa bir sürede cesetler ve ağır yaralılar Yeni Camiye götürülmüş ve savaşabilecek olanlar tekrar bir araya toplanmıştı. Grupların aralarında gezinen şifacılar tek tek herkesin yaralarıyla ilgileniyor ve onlara moral vermeye çalışıyorlardı. Kırktan fazla adam ve kadın vardı parkta. Farklı klanlardan olanlar farklı gruplar oluşturmuşlardı.

      Kalabalık bir anda sessizleşti. Nazım sağlam kalmış bir bankın üzerine çıkmış gürlemeye hazırlanıyordu çünkü.

      "İstanbullular! Hemşehrilerim! Silah arkadaşlarım!".

      "Mahluk çok geçmeden dönecek. Yıkmak ve öldürmek için! Ve biz, yine burada olacağız! Tek bir adım bile gerilemeden, elimizde kalan bu son güzelliğin her taşı adına savaşmak için!"

      Kalabalıktan ne bir tezahürat ne de bir mırıldanma yükseldi. Tek görünen fark yüzlerdeki kararlı ifade ve gözlere yerleşmiş vahşi parıltıydı.

      Nazım çevik hareketlerle kalabalığın arasında dolaştı ve grup liderlerine taktikleri iletti. Büyücü ve şifacılar parkta yoğunlaşmış olan savaşçıların gerisinde aralıklı bir şekilde yerlerini aldılar. Savaşçılar parktaki ağaçları kendilerine siper ederek menzilli silahlarını hazır ettiler.

      Dede Arif, parkın hemen gerisinde parktaki savaşçıları ve arkasında mevzilenmiş büyücü-şifacı gruplarının çoğunu etki alanına alabilecek şekilde yerini aldı. Üstat şifacı zihnini dünyevi kaygılardan uzaklaştırmış, gücünün doruğa ulaştığı zihin durumuna geçiyordu. Dişbudak ağacından asasına, "Cilveli" sine iki eliyle dayanmış durmakta olduğunu gören ise ayakta bile zor durduğunu sanabilirdi. Cilveli’yi bundan uzun zaman önce, her şifacının en az bir kez yaptığı "Arayış Gezisi"’nde bulmuştu. Gerçi o zamana kadar "Arayış Gezisi" diye bir şey bile yoktu. Tehlikeli gezisinde ıssız bir tepedeki yalnız bir dişbudak ağacından kendisine yardımcı olması için bir parçasını istemiş ama bunu alması iki hafta sürmüştü.

      "İşte orada!", diye bağırdı yüksekçe bir ağacın tepesine çıkmış genç bir delikanlı. Elindeki Arzın Çocukları flamasını ileri geri sallayarak denizi işaret ediyordu.

      Denize bakan gözler önce bir şey göremedi. Ardından suları yararak yükselen devasa yaratık, pullarından ay ışığının en çılgın renklerini yansıtarak ortaya çıktı.

      Dev gövdesine metrelerce uzunluktaki boyunlarla bağlı üç kafasından birini Selim Bey’in yıldırım büyüsü koparmış, geride simsiyah pelteleşmiş bir et yığını bırakmıştı.

      Bu defa hazırlıklıydılar. Yaratık görünür görünmez büyücüler ve şifacılar koruma büyülerini yapıp yeni büyüler için zihinlerini hazırlamaya başladılar. Savaşçılar silahlarını yaratığın kafalarına nişanlayıp bir süre daha beklemeye devam ettiler.

      Çığlıklar atarak yaklaşan kafaları taşıyan gövde yeri sarsarak karaya çıkmış, ağır ama ölümcül adımlarla dosdoğru parka ilerliyordu.

      Önce ağır arbaletlerin saldığı zıpkınlar yaratığı vurdu.

      "Yeniden doğacak güneş için!" deyip ileri atıldı Lodos’un sancağını tutmakta olan bir kadın ve hemen ardından bir düzine kadar yalınkılıç savaşçı rüzgar gibi koştular yaratığa doğru.

      Adı Feriye idi. Yaşı otuza varmamış alımlı bir kadındı. At kuyruğu şeklinde topladığı siyah saçlarından bir perçem rüzgarda salınarak yüzünde dans ediyordu elindeki sancak gibi. Lodos'a gireli sekiz yıl olmuştu. Kardeşinin cinlerce parçalanmış cesedini gördüğü gün anlamıştı ne yapması gerektiğini.

      Yaratığın iki kafası da bu grubun üzerine asit ve alev kusmak üzereydi ki, her yandan gelen büyü saldırılarıyla sersemledi. Cazırdayan yıldırımlar, parlayan ateş topları ve kristalleşen buz küreleri mehtaplı gökyüzünü türlü renklere buladılar.

      Yine de iki kafa, bedenine darbeler indirmeye başlamış olan savaşçı grubundan ilgisini alamadı. Arkasından dolanmış Arzın Çocukları’ndan bir grup daha olması ise iki kafanın ilgisini tekrar dağıtıp son anda farklı hedeflere yönelmesini sağladı.

      Arkasındaki gruba cehennem sıcaklığındaki nefesini püskürttü. Çakır Sami’nin yönettiği bu grup klan binasını korumak üzere geride bırakılmıştı o gece. Başlarına gelecek korkunç felaketten habersiz dinlenmekteydiler, Yeni Cami’den yapılan yardım çağrısını duyana dek.

      Yaratığın önündekilerin ise başlarından aşağı en sağlam çeliği bile eritecek bir asit yağıyordu. Koruma büyüleri her iki grubu da sadece bir dereceye kadar koruyabiliyordu. Acı dolu feryatlar gökyüzüne yükselirken yaratığın bedenine inen darbeler yine de kesilmedi. Kalın pullu gövdesinde yer yer kesikler oluşmuş ve bunlardan yapışkan sarımsı bir sıvı sızmaya başlamıştı. Büyücülerin ve şifacıların büyüleri kafaları hedeflemeye devam ediyordu.

      Savaşçıların güçlerinin kırılmakta olduğunu gören Üstat Şifacı biraz ilerledi. İki elini de toprağa koyup büyüsünü yaptı. Büyünün ilerlediği toprakta yer yer çiçekler açtı. Bithap düşmüş savaşçılara ulaştığında ise hepsi yaralarının hızla kapandığını, acılarının azaldığını görüp umutlandılar ve daha bir hırsla vurdular dev gövdeye. Şimdi yaratığın öfkeli feryatları acı dolu çığlıklara dönüşmüştü. Vahşice savurduğu yedi metrelik kuyruğu dört adamın kemiklerini kırıp sağa sola fırlattı. Bedeni o koca cüsseden hiç beklenmeyecek kadar çevik hareketlerle sağa sola gitti ve birçok adam ve kadın ağır gövdenin altında ezilerek can verdi.

      Yaratığın tam karşısında durmuş savaşmakta olan Nazım bu manzarayla çılgına döndü. Kan tüm bedeninde daha hızlı hareket ediyor ve adeta damarlarında fokur fokur kaynıyordu. Yanında duran adamlarından birisi yüzünün aldığı şekli görünce elinde olmadan korkup başını çevirdi. Bir kaplan gibi kükreyen Nazım, balyozunu iki eliyle sıkıca kavrayıp yaratığın ayaklarından birine indirdi. Darbe, koca ayağı hiç beklenmeyecek bir şekilde paramparça etti ve yaratığın hafifçe yana kaykılmasına sebep oldu.

      Yaratık, ardı arkası kesilmeyen darbeler yemeye devam ediyor ama vazgeçmiyordu. Kafalar hızla kalabalığa dalıyor, birkaç kişiyi kapıp havaya kaldırıyor ve çevik hareketlerle silkindikten sonra kopmuş beden parçalarını sağa sola saçıyordu. Yaratığın yalpaladığını gören Feriye palasıyla tendonlarında temiz kesikler açıyor silah arkadaşları ise gövdeyi dövmeye devam ediyordu. Sami ise tonlarca ağırlıktaki ölümcül kuyrukla o kadar meşguldü ki yoldaşlarının cesetlerini dahi fark etmeden oradan oraya koşturuyor ve kuyrukta derin çizgiler bırakıyordu.

      Nazım, kendine geldiğinde balyozunu göğe kaldırıp haykırdı: "Vur deyince!"

      Bir anlık bir durgunluk hakim oldu savaş alanına. Yaratık tüm dikkatini kendisini bu denli hırpalayan kişiye Nazım’a vermiş gibiydi.

      "Vur!" diye geldi Nazım’ın sesi, balyozunu indirmeye başlarken.

      Bu komutla birlikte diğer savaşçılarla birlik olmaya alışmış onlarca büyücü, şifacı ve bir o kadar da savaşçı neredeyse aynı anda darbelerini indirdiler yaratığa.

      Ansızın gelen bu şok edici saldırı yaratığı sersemletmiş ve gerilemesine sebep olmuştu.

      "Durmayın!" , diye haykırmaya devam etti Balyoz.

      Herkes biliyordu ki bu o andı. Yaratık ya o an alt edilecek ya da bu savaş sonsuza kadar kaybedilecekti.

      Zihinler ve kollar tüm enerjilerini çılgınca boşaltmaya devam ettiler devasa bedene. afer o gün insanlarındı. Yaratık denize döndü ve dosdoğru geldiği yöne doğru uzaklaştı.
Sobee Studios

2006-2017 © Tüm hakları TTNET A.Ş.'ne aittir.

Siteyi kullanarak KULLANIM SÖZLEŞMESİNİkabul etmiş sayılırsınız.